Hayvanlara dair bildiğimiz her şey, bizlere empoze edilen bir algıdan ibaret olabilir mi? “Hayvan” denildiğinde aklımıza genellikle dört bacaklı, kürklü ya da tüylü bir canlı gelir. Peki, bu tanımın dışına çıkmak mümkün mü? Gerçekten bir hayvanı tanımlarken, sadece biyolojik ya da fiziksel özelliklere mi bakıyoruz, yoksa aslında daha derin bir etik meseleyle mi karşı karşıyayız? Hepimiz bir hayvanın ne olduğunu bildiğimizi düşünürken, bu düşüncelerimizin ardında hangi varsayımlar yatıyor? Hayvanları sadece birer “doğa varlıkları” olarak mı kabul ediyoruz, yoksa onları başka bir bakış açısıyla, bambaşka bir gözle mi görmeliyiz?
Bu sorular, bizi hayvanlara bakış açımızı sorgulamaya itiyor. Çünkü aslında “hayvan” dediğimiz şey, sadece sınıflandırma kategorisinde bir yer tutuyor. Ya da belki de daha doğru bir şekilde söylemek gerekirse, hayvan demek, insanın kendi varlık ve değerini doğrulama biçimi. Sadece fiziksel varlıklarla sınırlı olmayan, çok daha derin bir tartışma konusu bu.
“Hayvan” kelimesi, genellikle memelilerden, kuşlardan ya da balıklardan bahsettiğimizde aklımıza gelir. Fakat, bu tanım insanı kendi dar sınırlarına hapsetmiyor mu? Eğer düşünmeye başlarsak, o zaman şu soruyu sorabiliriz: Gerçekten, bir hayvan, sadece fiziksel özellikleriyle tanımlanabilir mi? Aslında, her insan da bir hayvandır, değil mi? Hayvanlara, “doğal” ve “doğa dışı” olmak üzere iki ayrı kategori biçiyoruz; ancak bu kategoriye, yalnızca insanı ve hayvanı ayıran bir sınır çizmek, son derece tartışmalı bir yaklaşım değil mi?
Erkekler genellikle sorunları çözmeye, sınıflandırmaya ve tanımlamaya odaklanır. “Hayvan nedir?” sorusuna bir cevap ararken, biyolojik bir yaklaşım sergilerler: “Hayvan, dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak, insan dışındaki tüm yaşam formlarını kapsar” diyebiliriz. Bu bakış açısıyla, hayvanlar bir tür nesne ya da evrimsel bir basamaktır. Ancak burada sormamız gereken soru şu: Bizler de bir hayvan değil miyiz?
Birçok kadının yaklaşımı ise daha empatik ve insan merkezli olur. Onlar için hayvan sevgisi, sadece bir sınıflandırma meselesi değil, aynı zamanda bir vicdan meselesidir. Hayvanları tanımlarken onların duygusal, toplumsal ve bireysel deneyimlerine değer verirler. Kadınlar, hayvanları birer yaşam formu olarak kabul ederken, onları hem insan gibi hem de kendilerine özgü birer birey olarak görürler. Dolayısıyla, bu yaklaşım, sadece biyolojik özelliklerle sınırlı bir tanımdan ziyade, hayvanları birer “yaşayan” varlıklar olarak kabul eder.
Buradaki en büyük çelişki, insan ile hayvan arasındaki sınırların ne kadar kesin olduğudur. Hayvanlar, toplumumuzda genellikle alt bir varlık olarak görülürken, insanlık kendisini bir tür “üst sınıf” varlık olarak konumlandırmıştır. Ama hayvanları sadece birer et parçası ya da hiyerarşik bir düzende aşağıya yerleştirilmiş varlıklar olarak görmek, insanın ne kadar kibirli bir yaratık olduğunu gözler önüne seriyor. Çünkü insan, diğer canlıları sadece kendine hizmet etmesi gereken varlıklar olarak görürse, bu aslında evrensel bir hak ihlali değil midir?
Evet, elbette doğada bir hiyerarşi vardır, ancak bu, insanın kendini “yüce” görmesini haklı kılar mı? İnsanların hayvanları sadece fiziksel ya da biyolojik özelliklerine göre sınıflandırması, onları daha az değerli kılmak için mi yapılıyor? Ya da gerçekten, bu sınıflandırmalar sayesinde hayvanların iç dünyalarını daha iyi anlayabiliyor muyuz?
Bugün, hayvan hakları hareketi giderek daha fazla güç kazanıyor ve giderek daha fazla insan, hayvanları sadece biyolojik birer varlık olarak görmek yerine, hakları olan ve duygusal deneyimler yaşayan varlıklar olarak kabul ediyor. Bu değişim, aslında insanın dünyaya bakış açısındaki büyük bir dönüşümü simgeliyor. Peki ya bu dönüşüm, toplumsal yapıyı nasıl etkileyecek? Hayvanları tanımlamak ve haklarını savunmak, insanlığın evrimi için bir adım mı, yoksa sadece daha fazla sorun yaratacak bir müdahale mi?
Hayvanları tanımlama biçimimiz, aslında toplumun evrimini yansıtan bir yansıma olabilir. Toplum ne kadar daha fazla hayvan haklarıyla ilgilenirse, insanlık da bir o kadar daha empatik ve toplumsal olacaktır. Ya da belki de, tüm bunlar, bir gün bizi insani değerlerden uzaklaştırıp hayvanları ve insanları birer biyolojik varlık olarak eşitleyecek ve aynı tek düze bakış açısını her iki tarafa da benimsetecektir?
Hayvanları sevmenin ve onları tanımanın ötesinde, onlara duygusal değer atfetmek, insanlık için bir gereklilik midir? Ya da aslında, her biri kendine özgü birer varlık olan hayvanlar, onların duygusal ve toplumsal hakları daha çok konuşuldukça, insanın kendi anlamını da sorgulamaya başlayacak mıdır?
Sonuçta, hayvanları tanımlamak, sadece biyolojik ya da kültürel bir mesele değildir. Bu aynı zamanda, bizlerin kendi insanlığımızı ve etik değerlerimizi sorgulamak için bir fırsattır.